Esenyurt Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece

Esenyurt Masaj Salonu Hizmeti  – Masör Ece

Esenyurt Masaj Salonu  yaşamdan kopuk olmadığım, kendi çerçeveleri içinde, yaşamı dile getirdiklerini de anlamıştım. Bir zamanlar öğretmen olmayı düşlerdim. Bunun sebebi, kendi yasalarımı kendim koymaktı. Edebiyatın bu düşü gerçekleştireceğine inanıyordum. Edebiyat, öteki dünyanın, sonsuzluğun yitmesini karşılayacak bir ölümsüzlük getirecekti bana. Beni seven bir Tanrı yoktu artık; ama milyonlarca bireyin gönlünü kazanacaktım. Kendi başımdan geçenleri özetleyen bir kitap yazarak, kendimi tekrar yaratacak ve varlığımı kanıtlayacaktım. Hem de insanlığa da hizmet etmiş olacaktım. Esenyurt Masaj Salonu yazacağım kitaplardan daha kıymetli bir mükafaatı nasıl bulup da verebilirdim insanlara? Hem kendimle, hem başkalarıyla ilgiliydim. Herkes gibi biri olduğumu kabul ediyordum artık, fakat bununla beraber, eskisi şeklinde, evrensel bir ayrıcalığım olduğu inancından vazgeçmek de istemiyordum. Yazar olma tasarım, bunları bağdaştırıyordu. Bu tasan son on beş yılda beliren tüm isteklerime, bütün duygulanma bir tatmin getirecekti. * * * Aşkı çok yüce bir şey olarak düşünmüştüm hep. On üçümde var yoktum, her süre aldığım L’Etoile Noeliste dergisi yerine, gazetecinin yanlışlıkla verdiği haftalık Le Noel’de, Ninon- Rose diye bir hikâye okudum.

Esenyurt Masaj Salonu

Esenyurt Masaj Salonu  bir kızcağız olan Ninon, Andre’yi seviyordu; Andre” de onu seviyordu. Ama Ninon’un kuzeni The’rese, bir akşam, o güzelim saçlan geceliğinin üzerine dökülmüş, ağlayarak Ninon’a geliyor ve Andre’ye tutkun olduğunu anlatıyordu. Ninon, kendi kendisiyle çekiştikten, özenle seçilmiş dualar ettikten sonrasında, kendini feda etmeye karar veriyor ve Andre’yi reddediyordu. Bunun üzerine Andre de, Thârese ile evliliğe ilk adımını atıyordu. Ama Ninon, bu fedakarlığının karşılığını görüyor, Bernard isminde çok değerli bir gençle evliliğe ilk adımını atıyordu, iğrendim bu hikâyeden.

Bir roman kahramanının, kendini adadığı fert ya da kendi duyguları mevzusunda yanılmaya hakkı vardı. Gerçek aşk, gerçek olmayan yahut tam olmayan bir sevgiden doğabilirdi; tıpkı David Copperfield ile karısının sevgisi şeklinde… Fakat gerçek aşk, bir kez tutkulu yasama dönüştü mü, onun yerini hiçbir şey alamazdı artık. Ne denli yüce gönüllü olursa olsun, bu tutku ile onun nesnesi arasına, aslabir fedakarlığın girmesine göz yummamak gerekirdi. Zaza’yla birlikte, Foggezzaro’nun Daniel Corthis adlı romanını okuduk. Daniel, ileri gelen bir Katolik politikacıydı. Sevdiği ve kendisini seven hanım, evliydi. Aralarında, olağanüstü bir anlayış vardı. Yürekleri, bir tek yürek şeklinde çarpıyor, her konuda aynı şeyleri düşünüyorlar, aynı görüşleri paylaşıyorlardı.

Birbirleri için yaratılmışlardı. Fakat platonik bir ilişki bile, dedikodu kazanını kaynatacak, Daniel’in mesleğini baltalayacak ve uğrunda çalıştığı davayı zedeleyecekti. Birbirlerine “ölünceye kadar ve ölümden öte” bağlı kalmaya ant içerek, tamamen ayrılıyorlardı. Bu hikâye, müthiş öfkelendirdi beni. Yok Daniel’in mesleğiymiş, yok uğrunda çalıştığı davaymış, bunlar boş, saçma şeylerdi. Bunları, sevginin, mutluluğun, yaşamın önüne koymalarını akıl almaz buluyor, suç olarak görüyordum, iki insanoğlunun mutlak beraberliğine böylesine ağırlık tanımamda, hiç kuşkusuz Zaza ile dostluğumun rolü vardı, iki kişinin dünyayı birlikte anlaması, beraber yeniliklere ulaşması ve birbirlerine bu yenilikleri ödül edercesine paylaşmaları, bir anlamda, dünyayı onların sahip oldukları, herkesten başka bir şekilde kendilerinin olan bir dünya niteliğine sokardı bence.